21 Kasım 2010 Pazar


Ahmet Ada’nın 18. şiir kitabı “Yoktur Belki Ahmet Ada Diye Birisi” (Artshop Yayınları) yayımlandı. 271 sayfalık kitaptaki şiirlerde, insan doğa bütünlüğü ile insanın varoluş kaygıları, endişeleri dile getiriliyor. Çocukluk, gençlik, yaşlılık, dört mevsim prelüdleri, liedler, Gazze şiirleri, Toroslar ve Göl zamanı şiirleri kitabın izleklerini genişletiyor. Genişleyen izlekler bilgece söyleyişlerle örülüyor. Gördüklerinin ötesine taşan, dahası görülmeyeni de göstermeye çalışan şiirler. “Yoktur Belki Ahmet Ada Diye Birisi” bir kült kitap özelliği taşıyor.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Şiir Kitaplarına Kenar Notları VI

“HİÇLİK KULESİ”NDE BİR RUH

AHMET ADA

Bülent Karslıoğlu’nun şiirlerine ilk defa Şiir Oku dergisinde rastladım. Mustafa Köz’ün yayımladığı Şiir Oku dergisi nice iyi şiire sayfalarını açmıştı. Şiir poetikasıyla da ilgili uçarı bir dergiydi. Bülent Karslıoğlu, Dize, Başka, Poetikus, Yeni Biçim, Mum, Mozaik, Güzel Yazılar, Şiir Ülkesi dergilerinde de şiir yayımladı. “Hiçlik Kulesi” (Yitik Ülke Yayınları, Mayıs 2010) şairin ilk kitabı. Karslıoğlu, 1976 Samsun doğumlu. Bir denizci ruhu taşıyor.

“Hiçlik Kulesi’nin kapak tasarımını Savaş Çekiç yapmış: Yaratıcı bir tasarım. Kitabın iç tasarımı şöyle: a) Adanmış şiirler bölümü, b) Deniz üçlükleri bölümü, c) Dönüş şiirleri bölümü, d) Ölümlü aşk şiirleri bölümü, e) Sönmüş deniz fenerleri bölümü. Bölümler 6+10+4+7+6 : 33 şiirden oluşuyor. 64 sayfa. Son şiir ”Yaban Sözlük”le bitiyor. Doğrusu, son şiirden sonra boş bir sayfa konmamasını yadırgıyorum. Kitap, Bülent Karslıoğlu’nun baba ve annesine adanmış.

Bülent Karslıoğlu’nun şiirleri neyi, nasıl dile getiriyor? İlk bölümde İlhan Berk’e, Cemal Süreya’ya, Müslim Çelik’e, babasına, ülkeye adanmış şiirler var. İlhan Berk ile Cemal Süreya’nin portresinin çizildiği şiirlerde, şairlerin yaşam ve şiirlerine göndermeler içeren sözcükler seçilip bir araya getirilmiş. Karslıoğlu, hemen belirteyim, lirizme bulanmış bir şiir yazıyor. “Az sözcükle anlat değişen şeyleri” (s.21) diyen şiirin öznesi, az sözcükle çok şey ifade etmeyi seçiyor. Karslıoğlu’nun eksiltilmiş ifade tarzı, oylumu küçük ama anlam derinliği geniş bir şiir yazmasına yol açmış. Yalın olan ve kimi zaman düzyazıdan şiir devşiren bu tutum sadeliği de beraberinde getirmiş. Yalın, derin anlamlı, sade bir şiiri var. Şiirlerin içine girdikçe inceliklerini fark ediyorsunuz. Neler yok ki bu inceliklerde? Yaşam felsefesini “hiçlik” üzerine kuran şairin, şiirlerini de bu bakış açısıyla yazdığı gözlenebilir. Yaşamı bir serüven çizgisinde algılayışı, şiirine de geniş çevrenler açmış. Söz’ü en az düzeyde kullanan bu tutum, şiirlerde felsefî katmanlara yol açmış. Kendisi olan şiirler bunlar.

Şiirlerinin biçimsel birkaç özelliğine değineyim: Karslıoğlu da, kuşağının diğer şairleri gibi küçük harfle yazıyor. Dizelerini bölerek kuruyor. Dizeler arasında gidip gelirken öznenin sözünü de bölüyor. Ya öznenin aklından geçenleri ya da başka öznelerin sözlerini tırnak içinde vererek ‘bir durumu’, ‘bir düşünceyi’ aktarıyor. Tekli, ikili, üçlü, dörtlü, beşli, altılı dizelerle (kümelerle demeliyim) bir ‘yapı’ oluşturuyor ki, arada boşluklar bırakarak, okuyucunun nefes almasına, yorum yapmasına imkân veriyor.

Ses için üretilmiş şiirler değil bunlar. Anlam kurucu özelliklerini şu birkaç dizeden okumak mümkün:

eski bir yazıydı babam
sokak tabelalarındaki R harfi (s.19)

babam eski bir deniz dibi haritasıydı (s.20)

Bülent Karslıoğlu’nun şiirleri, ağırlıklı olarak ‘deniz’ imgesi taşıyor. İzleği deniz olan şiirler. Şöyle de denilebilir: Doğduğu yerde durmayan şair, ütopyasını denizlerde arıyor: “kayıp bir ülke aranıyor” (s.21) belki. Bulamadığında, “Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim” diyen Konstantinos Kavafis’in öznesi gibi, dönüp dolaşıp doğduğu kente dönüyor.

Bülent Karslıoğlu’nun minör şiiri, major ‘anlatı’lar içeriyor; insanın yeryüzü serüvenini şiirden fire vermeden aktarıyor.: “en acı günlerini yaşıyor ülken / yüzünde bir meyvenin ciddiyeti” (s.22) gibi; “yağmur sonrası çatıların üstünde iki yarım damla gözlerin” (s.22) gibi çarpıcı söyleyişlere, imgelere kitap boyunca rastlıyoruz. Yazınsal imgeyi temellendiren bir şiir bu. Üç dizeyle kurduğu bu küçük lirik söyleyişler ( ki kitabın ikinci bölümünde yer alıyor), deniz, gemici, liman, gece vb. izlekler taşıyor. ‘Eve dönüş şiirleri’ olarak okumak mümkün üçüncü bölümdeki şiirleri. “Ev yoktur dönmek için de, kalmak için de” diyor ya Adorno, tam karşıtı bir durum. Eve döndüğünde yeni gömmüşler babayı, evin gerçekliği, derken yeni bir “yol” aranışı, zamanın tüketilişi, hiçlik duygusu kuşatıyor özneyi. “Ölümlü aşk şiirleri” bölümündeki şiirlerine ada görüntüleri, zaman ve nesneler, sevgili, varlık ve yokluk, sen’e seslenilerek dile getiriliyor. Derin varoluş kaygıları bu bölümün ana omurgası gibi.

Anlam kurucu bir yöntem izleyen Bülent Karslıoğlu, uykusuz bir şair-özneye, “anlamak için değil şiirler” (s.49) dedirtiyor. “Çatışma” başlıklı şiirinde, ‘anlatan ben’, üç beş sözcükle adam ile kadın arasındaki sessiz sevgiyi dile getiriyor. “Taçlı Yaprak” başlıklı şiir gündelik yaşamın izleriyle örülü: “iki kulaç sonra önümüz mezopotamya” (s.51) gibi, “asimetrik savaş, yaşamak ve ölmek” (s.51) gibi, günümüz Türkiyesine göndermeler içeriyor. Son bölümdeki şiirlerde de, sözcük tutumluluğu içinde ayrıntı zenginliğiyle, deniz, ağ, gökyüzü, yani tümüyle doğa, insanın işleyen bir yanı gibi görüntüleniyor: Tuvaldeki fırça darbeleri gibi, ışık ve gölge içinde.

Bülent Karslıoğlu, duru bir Türkçeyle keşfedilmemiş bir şiiri keşfedip ortaya çıkarıyor. Özgün, tıkır tıkır işleyen bir şiir. Yalın dille şiirsel gerilimler yaratıyor.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Şiir Kitaplarına Kenar Notları VI

“Ay Konuşsun” Üzerine

AHMET ADA

“Ay Konuşsun” Aydan Yalçın’ın ikinci şiir kitabı. İlk kitabı “Aşkence” 2007 yılında yayımlanmıştı. Aydan Yalçın 1964 Mersin / Silifke doğumlu. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Ekonomi Bölümü mezunu. Şiirlerini 2000’den sonra çeşitli edebiyat dergilerinde yayımladı. İlk kitabı “Aşkence”de kendini dışarıda tutarak bir gözlemci gibi umudu, umutsuzluğu, aşkı, hüznü, özgürlüğü dile getirmişti. Kimi zamanda “ben” söylemiyle, biraz dik, biraz âsi bir sesle saydığım izlekleri ‘yapı’ya dönüştürmüştü. Alttan alta, yumuşacık bir ses tonuyla beslenen lirizm şiirlerinin başat öğesiydi. “Kirpik Ucunda Ağladı Şiir” gibi iyi şiirler de yer almıştı o kitabında. Ne ki, asıl ustalık dönemi şiirleri, kimi kusurlarına karşın, “Ay Konuşsun” ile erken geldi. (Hayal Yayınları, 2010)
“Ay Konuşsun” “Kader kitabının aynı sayfasında yazılıyız biz” dizeleriyle açılıyor. Pasternak’ın bu dizelerinden sonra, kitabını ailesine adamış Aydan Yalçın. (Hemen belirteyim, lirizmin “ay”, “yıldız”, “gece”, “mehtap”, “aşk” gibi izleklerden beslenmesi, giderek ortak sözcükler kümesinin oluşmasına neden oldu. Aynı şiir havzasından beslenen şairlerin çoğalması şiiri tekdüze, bıktırıcı, gerçeklikten uzaklaşan bir konuma sürükledi. Öyle ki, ‘anti-lirik olmak’ bir almaşık gibi göründü bazı şairlere. Lirizmden alandan kaçarken ‘çorak’ bir araziye girdiler.) Aydan Yalçın’ın şiiri gerçekliğe bulanmış bir lirizmi içeriyor. Bu bakımdan, gerçeklikle ilişkinin kurulmasını önleyen çok az klişeleşmiş söz var: saçlarım yıldız / yüreğimin ay süzmesi” (s.36) gibi. Bir de, “baş koyduk karanlığın çekilecek ipi” (s.41) gibi klişe dizeler çok az, ama olmaması da özlenir. Toplumsal kaygıları dile getirmeye çalıştığı “Emperyal” başlıklı şiirin bu kitapta olmaması gerekir. Daha seçici davransa kitabı arınacak. Örneğin, estetiksel yönden ortalama düzeyde kalmış “gözlerin bir çift kurşun” (s.47) gibi dizeler olmayacaktır kitabında: “zamanı kaybettim ve buldum / sarsak ve çipil gözlü bir kentte” gibi “ve” bağlacını sıkça kullandığı dizelerinde, dizeyi bölmesi hoş değil. O dizeleri şöyle kurabilirdi :
zamanı kaybettim, buldum
sarsak, çipil gözlü bir kentte

Yazma arzusu kimi zaman küçük kusurları görmemizi öteliyor.

“Ay Konuşsun”un sade bir tasarımı var. Boris Pastenak’ın dizesiyle açılan ilk bölümden sonra “İçimin Kamburu” başlıklı bölüm geliyor. 30 parça uzun bir şiir “İçimin Kamburu”. Aydan Yalçın asıl ustalığını bu şiirde gösteriyor. İnsanın yeryüzündeki duruşu, varoluşu, ölüm ve dirim sorunları bu uzun şiirde dile getiriliyor. Şiirde konuşan öznenin varoluşu doğayla bütünleşmiş olarak yansıtılıyor. Öznenin yaşam serüveni, ölüm-dirim karşıtlığı içinden aktarılırken, yaşam felsefesi de açığa çıkıyor. Biçim yönünden de kusursuz. Bilgece bir söylem dikkati çekiyor. Zaman zaman âsi bir söyleme dönüşebiliyor:

yaşıyorum bugün
kendime intiharı yakıştıramadığımdan
çek git
teğet geç ölüm
(s.83)

Bu uzun şiirin 29. ve 30. bölümü Özgür’e ithaf edilmiş. Çocukluk yaşamına, Akdeniz’e özlemi dile getiriyor. Kısaca şu söylenebilir: Aydan Yalçın’ın şiiri, “İçimin Kamburu” başlıklı şiiriyle, estetiksel düzlemde iyiyi işaret ediyor.

Yadırgadığım bir durum: Aydan Yalçın’ın şiirlerinde ‘kadınlık’ olgusu ile bedene yönelik bir kazı göze çarpmıyor. Genel insanlık halleri kendi ruh halinin içinden dile getirilirken ‘kadınlık’ durumu, biyolojik farklılık dışta tutuluyor. Bu alan çok ince, kırılgan duyarlıklara, ayrıntı zenginliğine, başkaldırıcı gizilgüce açık oysa. Gündelik yaşam ve kadınlık; belki bu başlık Aydan Yalçın şiirini yeni bir “yolda olma haline” dönüştürecektir.

Aydan Yalçın ikilikler, dörtlükler vb. kümelerle kuruyor şiirinin yapısını. Bölümleri genellikle numaralandırıyor. Küçük harfle kurduğu dizelerinde çok az noktalama işaretlerine başvuruyor. Biçim oyunları, sözdizimini bozma, boşluklar görünmüyor. “İstiridyelerden inip gemilere binen şair Baki Ayhan T.’ye adadığı “İstiridyede Göç” (s.10) başlıklı şiirinde, şiirin konuşan öznesi, “bir istiridyeye girerim /en beyaz yanımla” (s.11) gibi çok ince bir duyarlığa açılabiliyor. Dingin bir ruhla yazıyor. Şaşırtmıyor beni. Şaşırtıcı, çarpıcı dizeleri yok Aydan Yalçın’ın. “Dar Uyku” gibi duyarlığın üste çıktığı; “Çağrı” gibi tekrarlarla elde edilen ritimsel özelliği olan şiirlerinde estetiksel düzel yükseliyor. Bütün şiirlerinde bu özenin olması özleniyor. O nedenle, Aydan Yalçın, daha seçici, daha kılı kırk yaran bir tutum içinde olmalıdır.

Aydan Yalçın’ın şiiri, başka şairlerden alıntı dizelerle başlayan, ama göndermeleri daha çok içindeki çocuğa olan, kişisel, kendi söylemini geliştiren bir şiir. Bir çeşit sadeliğin, dolambaçsız, masumiyeti kendinde olan, yapı kurmayı amaçlayan ve bunu da başaran bir sözün şiiri: “rüzgâr bekler bir harmanda buğdayım” (s.65) diyor ya, aslında doğayı insanın yanında gören, doğadaki görünmeyeni görünür kılan bir şiir diline ulaştıkça ürpertici şiirler yazacaktır Aydan Yalçın.

25 Haziran 2010 Cuma

Şiir Kitaplarına Kenar Notları V

Lirik Öznenin Şiiri : “Perdesiz”

AHMET ADA

Didem Gülçin Erdem’in 2009’da Memet Fuat Genç Şiir Ödülü’nü kazanan “Perdesiz” başlıklı dosyası yayımlandı. (Yasakmeyve Yayınları, 2010, s.45). Bir ilk kitap bu. Hemen belirtelim, Didem Gülçin Erdem 1989 doğumlu. İstanbul Beykent Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı ile Psikoloji bölümlerinde öğrenim görmüş. 2009 yılında Homeros Şiir Ödülü’nü almış. 2004 yılından bu yana çeşitli dergilerde şiir yayımlıyor.

“Perdesiz” 33 şiirden oluşuyor. Arı, duru bir şiir dili var. Türkçenin tadını çıkarıyor şair. Şiirlerinin konuları bütün yaşam. Hangi başlık altında yazarsa yazsın, gölgeler, kasabalar, istasyonlar, harfler, gizli öyküler, yaşam kesitleriyle dolu. Şeffaf, lirik bir şiiri var. Oldukça insanî ve geçirgen duyarlığıyla titreşimler uyandırıyor. İstasyonlar, bahçeler, Anadolu görüntüleri, çok ince, çok kırılgan ve bağırmayan bir söyleyişle yansıtılıyor. Şaşırtıcı sadeliği okuru hemen şiirlere bağlıyor. Söz oyunları, süslemeler yok şiirlerinde. İkili, üçlü, dörtlü, beşli kümelerle, uzun sayılabilecek dizelerle kuruyor şiirinin ‘yapı’sını. Her şiir farklı bir izleği dile getirmesine karşın, çocukluk, anne, kadınlık gibi izlekler ağırlık taşıyor. “Ben” söylemi şiirlerin söylemi. Şiiri ayrıntılar kuruyor. Ayrıntılarla bir atmosfer yaratıyor. Şimdiki zamanla, bugünün dünyasına eklemleniyor. Mekân Anadolu: Anadolu vurgusunu istasyonları dile getirirken hissediyoruz. Bireysel ve toplumsal acıları sessizce işaret ediyor. Hani, çamura veya yeni dökülen betona beş parmağımızla dokunur, iz bırakırız ya, işte öyle bir iz bırakıyor.

Didem Gülçin Erdem’in ilk kitabı “Perdesiz” usta bir şairi getiriyor yazınımıza. Acemilik dönemi hiç yok. Bir doğa çeşnicisi o. İnsanın yakasına yapışan doğayı anlatıyor: “terlet şu mayısı, ocakta ıhlamur kaynat / mutsuzluk kaç tekrardan sonra ezberlenir / sen nabzında ölç o bozkırı / ıhlamur anneme iliklenmiş yakalık bu yaşında” (s.31). Bu anlatım biçimi şairin bütün şiirlerine yayılıyor.

Didem Gülçin Erdem’in “Perdesiz”deki şiirlerini şu veya bu kaynağa bağlamak mümkün değil; bütün şiir mirasını özümsemiş görünüyor. Kendine özgü bir söyleyişle kuruyor şiirlerini. En belirgin özelliği, uzun dizelerinin anlamsal örgüsünü dikey örgütlenişle tamamlıyor oluşu. Bundan kastım, art arda gelen dizelerin anlamsal bütünlüğü tamamlamasıdır. Dizeyi değil, dizelerin kurduğu ‘yapı’yı gözeten bir tutum içindedir.

“Çocukluğum taştı işte haritadan” (s.28) derken şair, çocukluk dünyasının kazıcısı oluyor. Deneyimlediği çocukluk dünyasına sığmayan, taşan, giderek nesnelere, çevre ufkuna yayılan bir şiirin imgesi oluyor “Ben”i. Sayılar, harfler, sayısız imgeler ısrarla örüyor portreyi. Kız çocuğu olmanın bazı özellikleri giriyor şiirlerine.

Didem Gülçin Erdem, şiirini, doğal dilin içinden üretiyor. Konuşulan gündelik dilin yoğunlaştırılmış dile çevrilmesi denilebilir. Asıl kaynak, kız çocuğu duyarlığı ile deneyimlediği dünyanın onda yer eden malzemeleridir. Bu iki şeyi, doğal dili yoğunlaştırarak aktarıyor.

“Perdesiz”deki şiirlerin sözcükleri, görsel nesneleri özel bir ses düzenlemesinden geçmiyor. İç sesler, ritmin akışını sağlıyor. Ölçü, uyak gibi kaygıları yok şairin. Olmaması da doğal; çünkü doğrudan doğruya ‘anlam’ kuruculuğu öne alıyor.

Didem Gülçin Erdem de, “ve” ile bölünen dizelere, “gibi” benzetme ilgecine başvuruyor. Kimi zaman doğaçlamanın akışına bırakıyor şiirini. “evlerin bacası yok, gök baksın çaresine” (s.22) gibi şaşırtıcı dizeler kuruyor: “annem limon kabuğundan kendi Türkçesini yapıyor” (s23) gibi buluşlara imza atıyor. Bütüne baktığımızda ‘dişil’ söyleyiş öne çıkıyor: “hiç topuklu ayakkabı giymemişinden / yoksulluk en çok kadına mı oluyor” (s.23) derken ‘dişil’ söyleyiş de ortaya çıkıyor. Bu ince ayrıntılar onun şiirinde önem kazanıyor ve kendiliğinden, öznenin sınıfsal konumu da vurgulanmış oluyor.

Lirik şiir için, öznenin kendini dile getirdiği şiir diyebilirim. Didem Gülçin Erdem’in şiiri, şiir dilinde olması gereken sesi de şiir dilinden edinmiş durumda. Bu şiirin dün ilgisi var ve öznenin çevreniyle sınırlı. İnsanî olana açık bir lirizm onunki.

İnsanın ağır varoluşsal sorunlarına öznenin odağından eğildiğinde, özne ile sınırlı izleklerini genişleteceği, işaret taşlarını değiştireceğini umuyorum. Çünkü, modern dönemde, saf bir lirik şiir mümkün değildir. Didem Gülçin Erdem’in, çağrışımları, göndermeleri, imgeleri, yani ‘yapı’ kurucu tüm öğeleri saf olmayan liriği işaret ediyor.

19 Haziran 2010 Cumartesi

Şiir Kitaplarına Kenar Notları V

“Gecel”in şiirimize getirdikleri..

Ahmet Ada

Harun Atak’ın ilk şiir kitabı “Gecel” yayımlandı. (Yasakmeyve Yayınları, Mayıs 2010). Yayın yönetmenliğini Enver Ercan’ın, editörlüğünü Bülent Usta’nın yaptığı yayınevi, çağdaş şiirimizin en genç şairlerinin ürünlerini de yayımlayarak öncü bir işlev üstleniyor. İyi de yapıyor, çünkü yayımladığı şiir kitapları çok genç şairler kuşağının ürünlerinden oluşuyor. Harun Atak o gençlerden biri. 1990 doğumlu. Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencisi. “Kan-Dil” dergisini bir süre çıkarttığını belirtmeliyim. “Gecel”, 2009 yılında, dosya dalında Cemal Süreya Şiir Ödülü’ne değer bulunmuştu.

Harun Atak’ın “Gecel”i, “ölümsüz gecenin ecesi”ne adanmış. Başta E.Zola ile S.Mallarmé’nin diyalogları var:

E. Zola: Dışkı ile elmas dediğin aynı şeydir..

S. Mallarmé: Haklısın üstadım... Ama biri daha az çıkar!

Harun Atak’ın şiirde durduğu yeri en baştan gösteren bir diyalog olarak yorumlayabiliriz bunu. Kitabın ilk bölümünde üç ‘kısa’ şiir yer alıyor. İlk şiir: “Pera’ya bıçak çeken çingene” “Gördüm: / Ötekimle uzlaştığım yerdi, Tanrı / Biri Kürt, biri İspanyol, diğeriyse Papatya’ydı atalarının! (s. 9 ). Hatta biri ‘tek’ dize: “En yakışıklısından bir Ölüm. Ç.” (s.10). Şiirin başlığı: “Gün’e dökülen ekim ırmağı”. Büyük bir olasılıkla Che Guevara’nın ölümü anımsatılıyor. Belki de ben yanılıyorum. Kitabın öteki bölümlerinin adları şöyle : seriler kitabı & vakitler incelikler / g’ece’l için lied’ler / ülkü–ars poetika / hiçlik divanı / panayırda kaza– çürüyen bellek. Her bölüm aynı sayıda şiir içermiyor. Sırayla : 7+5+6+7+7, üç şiir de açılışta var, toplam: 35 şiirden oluşuyor “Gecel”. Kitabın projesi bu.

Harun Atak’ın şiirlerine ilişkin ilk elde şunlar söylenebilir: Sözcüğün anlamsal alanını çağrışımla genişleten bir şiir kuruyor. Mallarmé’ye adadığı “Şairin savaşımı” başlıklı şiiri kimi zaman tek, kimi zaman birkaç sözcükle kuruluyor ve sözcüğün anlamsal alanı çağrışım gücüyle genişletiyor. “Enis Batur, oto portre” başlıklı şiirinde özne Enis Batur. Şiirsel söylem Enis Batur’un ağzıyla oluşturulmuş. “Babam : (artık herkes meşrebine göre okusun) bir cuntacı belki. / İdealist bir vatansever ya da.” (s.19). Şiir dili, şiir tümceleriyle kuruluyor ki, bıçak sırtı bir durum. Harun Atak, “Deliler ve çocuklar içindi kimsesizliğimiz” (s.20) gibi dizeyi “ve” ile bölen bir kurguya başvurmaktan; “Mahzende yıllanan şarabın” (s.37) gibi yıpranmış söz öbeğini kullanmaktan alıkoyamıyor kendini. Bazen “Ebediyete edebiyat enleminde” (s.64) gibi (e) ile başlayan sözcükler içine girebiliyor. Bence düzenli ritimi olan şiirleri daha iyi. Şiiri riske atan bu tür şiirlerinden biri de “Risk büğrüsü”. (s.65). Bazen de sözcük türetiyor: Makyaj’dan “makyaşlı” (s.25) sözcüğünü türetmesi gibi. Gerçi, Harun Atak, gündelik dili kırmak, bozguna uğratmak için yapıyor. Gündelik dilin yıpranmışlığı, aşınmışlığı, şairi kendi şiir dilini üretmeye zorluyor. Gündelik dilin ‘kendi’ bir sorunken, şairin dil içinde dil arayışına girmesi, şiir dilinin kişiselliğine eklemlendiğinin de bilincidir. Buradan kendi dil’ini oluşturma çabasını derinleştiriyor. Dilin bozguna uğratılması kabul edilebilir bir şeydir. Sessel ve anlamsal bir ‘yapı’ kurmak Harun Atak’ın asıl amacıdır diye düşünüyorum. Ayrıca Söz’ü (ki kişiselleşmiştir onda) eksilterek kullanması da dikkati çekiyor. Başka bir söyleyişle ‘sözcük tutumluluğu’ içinde oluşu, az sözcükle çok şey ifade etme olanağı sağlıyor ona.

Varlık ya da varoluş, hiçlik, boşluk, ben ve öteki gibi kavramların insana ilişkin gövdeleşmeleri, şiirindeki özneye metafizik bir derinlik katıyor. “Ötekinin acısına kapanan pencere…” (s.60) derken, şiirinin öznesi ötekinin acısına açıyor yüreğini. Varoluş kaygıları, var olanla uzlaşmayan tinsel dünyanın titreşimlerini okumak mümkün Harun Atak’ın dizelerinde, şiir tümcelerinde. Öyle olunca da gerilimli dilin taşıdığı içerik kendi biçimini kimi zaman düzyazısal, kimi zaman da kendi yatağını bulan biçimlerde deviniyor.

Harun Atak şiirinin iyi örneklerinden birkaçını burada anayım: “Süt”, “Manastır”, “Bozgun”, Takvim ve buhran, “G,ece’l için lied’ler” öne çıkan şiirleri. “Süt” başlıklı şiirden birkaç dize aktarayım :

Ben size hep kördüm

Her oyunda sobelenen çocuktum, ıssızlığınızda.

Gazoz kapakları biriktiren ve ütülen. (s.25)


Harun Atak’ın şiiri lirik özellikler barındırıyor. Lied’lerinde bunu görmek mümkün. Gövde ile nesne arasındaki mesafeyi kapatan, “nesnelerin anlam kazandığı ânı” (s.30) gözeten bir tutum sergiliyor. Moderniteyle parçalanan insanın bütünselliğini şiirle bütünleştiren bir tutum içinde. İleride, umarım, bu kopuşun maddi temellerini görür de, felsefenin düalizm olarak nitelediği özne-nesne kopukluğu sorunsalını şiirinin omurgasına oturtur.

Harun Atak’ın şiirinin dünyada olup bitenlerin dokusuyla imgesel düzlemde ilişkisi var: Autzwitch, Çernobil, Srebrenitza, Nietzsche, Gazze, Ülkü Tamer, Cioran, Rimbaud, Lautreamont, Mallarmé göndermeleri bunun kanıtı.

Şiirinin biçimselliği ve kurgusu farklı farklı. Düzyazısal şiirden, sözcüğün gücüne dayanan kurgulamaya kadar pek çok biçimi deniyor. “Gecel”in son şiirlerinde daha cesur biçim denemelerine giriyor. Ne ki, bu riskli denemelerde anlamla arasını açıyor. Çok fazla yabancı sözcük kullanması, hatta şiir başlıklarını da yabancı sözcüklerden seçmesi Türkçeye özen göstermesini bekletiyor.


“Silkeledim tozunu Söz’ün” (s.31) diyor Harun Atak. Şiirsel söylemden Söz’e baktığım zaman ‘kişiselleşen’ bir Söz’den söz edilebilir. Ne ki, “yerlilik”, “evrensellik” sorunlarına pek girmeyen bir şiir var karşımızda. Ürettiği değerin kumaşına bakması sorunu çözecektir. Mekân ve zaman olgusu ile seçip birleştirdiği sözcüklerin kabuğunun altındaki hayat arasındaki ilişki doğru kurulduğunda, nerede durduğu, varoluşunun nedeni, nasıl bir tinselliğe sahip olduğu ve bilinçaltı serüvenleri açığa çıkacaktır.

“Gecel” için bu kısa yazıda ilk elde söylenebilecekler bunlar: Sözcüklerin kabuğu altındaki görünmezi görünür kılabilmek için, sözcükleri başka sözcüklerle birleştirme ekseninde, sözcüklere tinsellik- dirimsellik katmanın sahihlik ve içtenliği sağladığını söylemek gerekir.

Harun Atak “Gecel”de sözcüğü parlatıyor. Cesur, soyadı gibi atak bir şiir kuruyor. Billurlaşmış, damıtık bir dil, fazlalıklardan arınmış bir söyleyiş egemen kitabına. Sözcüklerde yoğunlaşan bir tutumun, sözcükleri anlamlarından bağımsız, kendi değerleriyle kullanacağını söylemek yanlış olmaz. Harun Atak bunun bilincinde; çünkü seçtiği ve birleştirdiği sözcükler, dizeler, şiir tümceleri söylemek istediklerini okura gösteriyor.

Şiir Kitaplarına Kenar Notları IV

“Söz’e Mezar”

Ahmet Ada

Gökçenur Ç., “Her Kitabın El Kitabı”ndan sonra “Söz’e Mezar”ı yayımladı. (Yitik Ülke Yayınları, 2010). “Bir keman kutusuna gömün beni” demişti ilk kitabının son şiirinde. Moda ölümleri aşıp bugüne geldi. İyi ki geldi, çünkü bir şenlik patlaması şiirleri, Yannis Ritsos’un biçimselliğini, şiir kurgusunun izini sürerek serpilip gelişti, derinleşti. Kurgu ve biçimsellik üzerinde duralım: Gökçenur Ç., çatlağını bulan su gibi, başkalarının sözlerini, edimselliklerini “tırnak” içine alarak, bu sözlerle dünyaya ve yaşama ilişkin düşüncelerini aktarma olanağı buluyor. Böylece, ben ve başkası, ayracın içine ve dışına alınarak iki farklı söyleyiş biçimi açığa çıkıyor.

Sözcük düzleminde, Gökçenur Ç.’nin şiiri için şu söylenebilir: Genellikle, sözcük ile nesnesi arasındaki ilişkiyi açmıyor. Sözcüğü somut olarak kullanıyor. Bazen de sözcüğü özgür bırakıyor. Bu durumda, şiirine yeni anlamlandırma kapıları aralıyor. “Tuna’nın uykusunu budayarak geçiyor gemi”. (s.14). Sözcükler, nesnelerinden uzaklaştırılarak anlamın kurulduğu görülüyor. “Gemi”ye yüklenen anlam, Tuna nehrinin uykusunu budamaktır. Bu durum düz anlamdan uzaklaşılmasına ve şiirsel olanı kurmasına yol açıyor.

Gökçenur Ç., “Söz’e Mezar”ın çoğu şiirlerinde “gibi” ilgeciyle benzetmeler yapıyor ki, “gibi” ilgeciyle yapılan benzetmelerin ‘kolaycılık’ olduğu bilinmektedir. Bir örnek : “bir karayılan gibi geçiyordu ellerinin arasından kış”. (s.18). Örnekler çoğaltılabilir ama sonuç değişmez. Ama, belirtmek gerekiyor: Gökçenur Ç.’nin şiirlerinde çok özgün değişmeceler de eğretilemeler de var. Bunlar onun şiirinin yazınsal anlatım zenginlikleridir. Çoğu, yazınsal imge değeri kazanan, “yapı” kuran şiir tümceleridir.

Dikkati çeken bir nokta da dizelerle değil, örgütleyişi yatay ve dikey şiir tümceleriyle tamamlamasıdır. İlk sözcüğün büyük harfle başlayıp küçük harfle sürdürülmesi, şiir tümceleriyle “yapı” kurmanın yol açtığı bir durumdur. Noktalama imlerinden virgül ve nokta çok az kullanılmış, bu da çokgen okumalara kapı aralamaktadır.

Buraya kadar Gökçenur Ç.’nin şiirinin biçimsel yapısı üzerinde kısaca durdum. Bu şiirin birçok iletisi var: Çok beslendiği Yannis Ritsos’un dili, öznenin yaşantı birikiminin zenginliğini taşıyan bir dile dönüşünce, şaire özgü, yerli biçem birikintiler oluşmuş. Çünkü, hep özlenir bir şairin “kendi davulunu” çalması. Zamanla oluşan biçem işaretlerini yaratıyor. Gökçenur Ç.’nin bir biçemi var, yaşantısının derinliklerin çıkardığı. Gezgin ruhu, başka ülkeler, başka diller, başka kentler, başka insanlar ile iletişim içinde. Ama bu durum biçeminde farklılıklara yol açmamış, tersine, duru, yalın bir çökelmeye, arınmaya yöneltmiş. “Duru yaz göğü” gibi bir biçeme kavuşmuş. Eğildiği izleklerini bu biçemle yansıtıyor. Şiirlerinin izlekleri için şunlardır demek mümkün değil, çünkü yaşamın bütünselliğini aynı “yapı” içinde yansıtmayı amaçlıyor.

Şiirinin birkaç özelliği üzerinde de duralım: “Rüzgâr” imgesi. Rüzgâr sözcüğünü sıkça kullanıyor ve onu yazınsal imgenin kurucu öğesi yapmış. “At Üstünde Uyur Bir Posta Tatarı” başlıklı şiirinde, yine tırnak işareti kullanarak, öznenin ölen babansının yazdıklarını, şiir tümceleriyle değil, düzyazı tümceleriyle aktarıyor. Aktarılan Gökçenur Ç.’nin şiire ilişkin poetik görüşleri midir, yoksa öznenin görüşleri midir? “Görülmeyeni görmek” gibi, “dili değiştirmek” gibi poetik bir yönü var.

Gökçenur Ç., şiirlerinde “ülkem bölündü ve itiraf etmek gerekirse” (s.38) gibi, “terli gök ve bu yeterli” (s.36) gibi, “göbeği ve’li” dizeler kuruyor. Şiir işçiliği bakımından bunun iyi olmadığını belirtmeliyim. “Iştın”, “gerdel” gibi az bilinen sözcüklere de yer veriyor. Gökçenur Ç.’nin şiirlerinde yaz izliği çok yer tutuyor. Bireysel duygular, edimler, nesneler, mevsimler uçuyor, kimi zaman bir haiku biçimi içinde, kimi zaman da kurmacanın serüveni içinde. Bazen de düzyazının özgür düzlüğüne açılmaktan kaçınmıyor.Yannis Ritsos’un, Melih Cevdet Anday’ın, Mustafa Köz’ün şiirlerini göndermeler yolluyor.

Gökçenur Ç.’nin “Söz’e Mezar”ında yer alan şiirlerin bir başka özelliği nesne-özne bütünleşmesidir. Onun şiirlerinde, öznenin nesne algısı, nesneyi yabancılaştırıcı bir işleyiş içinde değil, nesneye sızan ve nesneyi anlamlandıran işlevsellik içindedir. Başka bir deyişle, nesnelerin algılanışı ayrıntı olmaktan öte, bir türküde belirtildiği gibi, “yel vurmuş pervaneyim” biçiminde, doğayla, nesnelerle bütünleşerek özgürleştirici bir yöneliştedir.

“Söz’e Mezar”, ilk kitabı “Her Kitabın El Kitabı”ndan biçim özellikleriyle ayrılıyor. Çokgen söyleyiş biçimleri, zihinsel süreçler, dil ve dünya yorumu, ayraçlar içinde başkalarının söylemleri (ki sonuçta yine özneye ait söylemlerdir onlar, yukarıda belirttiğim poetik görüşleri de…), düzyazısal metinler katılıyor şiirinin biçimine. Yine de tekil ve tikel bir anlatım egemen kitaba. İpeksi diliyle şiiri özgürleştirici bir tutum içinde.

İzleyiciler